Tarihsel süreçte yaşam alanlarının şekillenişine bakıldığı zaman özellikle Mezopotamya açısından ele alınca, barınma ve besin ihtiyacı gibi amaçlarla beraber bir yerleşme sağlandığı açıktır. Mezopotamya’da toplumların yerleşikliği ile beraber tarım önemli bir yaşamsal araç halini alınca, sulak alanlara daimi yerleşmenin hızlandığı görülebilir. Öyle ki yaşamda su artık elzem olmaya başladı, zira artık sadece bireysel olarak bir içme suyu değil, yaşamsal ihtiyaçlarının sağlanması noktasında her şeyin başında geliyordu.
Ve doğrusu bu süreç dün olduğu gibi bugün de olduğu gibi devam etmektedir. Fakat bölge ulus-devletlerinin tahakkümüyle beraber, suyun erki devletlerin yasalarına, -rant- politikaları arasına girmeye başladı. Bugün özellikle kuraklığın çokça konuşulduğu bu süreçte, endüstride, madenler için kullanılan suyun miktarı dudak uçuklatmaktadır. Yine sadece su değil, su üstüne kurulan bunca baraj ve HES’in ürettiği elektriği de yine en çok endüstri kullanmakta. Ve halka gelince özelleştirilen elektrik; fahiş fiyata verilirken, kaçak elektrik denilerek bölgenin elektriksiz, susuz bırakılması yetmiyor olacak ki, maden işletmelerinin vergi borçları siliniyor, indirim yapılıyor.
Kısacası yaşamlarımızı tüketmek adına, bahşiş bile veriliyor.
Bunların yanında suyun olduğu her alanda bir ipotek altına alma, pastadan pay alma meselesi başlamış durumda. Doğrusu bu metropol şehirlerde dilenciliğin bile mafyatik bir kısım hesaplarla köşelerin paylaşılmasına benziyor. Bugün Dicle Nehri özellikle açıkça bunu gözler önüne seriyor, suyun çıktığı Dicle ilçesinin kaynağından başlarsak, eskiden üstünde onlarca su değirmeni olan kaynağın olduğu yerde, bir kısmının yerini kum ocakları alırken, devamında mermer ocakları, petrol rafinerileri, termik santraller, kömür ocakları takip ediyor.
Ve bunlar yapılırken en çok da çalınan minareye uydurulan kılıf hesabı gibi, Dicle Nehri’nin statüsüzlüğü durumu var. Yasal anlamda kıyı koruma muhafaza kanununda kapsam dışı bırakılması amacıyla Dicle Nehri’nin mevzuatta adı, sanı yani statüsü yok. Mesele buyken Dicle Nehri üstünde kurulan bunca talanın, kirliliğin bütünüyle tahribatın meşru zemini yaratılmış durumda.
Ve sonuçta endüstrileştikçe kirlenmekte, kirletilmekte.
Ve bu kadar da değil, suyu takip edince kimi yerlerde evsel atıklardan tıbbi atıklara kadar Dicle’ye dökülmekte, buna karşın yerel idareciler ve son süreçte kayyum belediyeciliğinin bu noktada bir adım atmamasının yanında, iş yerleri açılmasına teşvikin ruhsatlandırılma ile çoğalması kirlenmeyle beraber tükenişe doğru götürmektedir.
Son süreçte Şırnak’ta Acarsan Holding tarafından kurulan kömür ocaklarının atıkları, Nerdüş deresine akıyor, akan kirli su Dicle’ye dökülüyor. Hal buyken açıkça görüldü ki adeta su değil kömür akıyor, akan suyu köylüler tarımda, hayvancılıkta kullanamıyor. Doğrusu başta belirttiğimiz gibi geçim kaynağı olan tarım, hayvancılık yapılamazken, bu konuda hâlâ önlem alınmış değil. Doğrusu bilindiği kadarıyla kaç kez ceza kesilmesine rağmen ocaklar hâlâ faal durumda.
Ve bu mesele sadece kömür ocakları boyutuyken, özündeki rantı da açıkça göstermektedir. Aynısını Dicle’yi tutsak almaya çalışan muktedirin taşeronlarına yaptırdığı barajlarla aktarılan fahiş paraları da görmüştük. Öte taraftan sadece Türkiye kısmında değil, aynısını Basra’ya uzanan kısımlara kadar da görebiliriz, zira bölge devletleri Dicle’yi sadece rant kapısı değil, ekonomik, politik bir silah olarak ele alıp, tehdit aracı olarak da kullanmaktadır. Öyle ki son süreçte Irak ile yapılan bir mutabakattan bahsediliyor, fakat içeriğine dair pek bir şey paylaşılmıyorken, savaş politikası karşılığında, Dicle’nin peşkeş çekildiğine kadar çeşitli muzipliğin olduğu şüphesi var.
Ve Mehmet Uzun, Dicle’nin Yakarışı kitabında Mezopotamya’dan bahsederken;
Mezopotamya’yım ben
Damarlarım su ve nehir
Hayatım kavga, mevzum kan,
Dilim ebedi, sözüm ebedi…