Stockholm. 1968 yılında master öğrencisi olmuştum, İdris Küçükömer, Halil Sahillioğlu ve Cahit Orhan Tütengil’di hocalarım. O zaman da elbette pirüpak değildi durum. Oya Sencer’in doktorası reddedilmişti, hocalarım Küçükömer ve Sencer Divitçioğlu’nun Doçentlikten geçişi engelleniyordu. Dr. Beşikçi’ye Erzurum Üniversitesi zindan edilmişti. Ama onu SBF bünyesine alabiliyordu. Oya Sencer’i Hacettepe kabul edebiliyordu. Şimdi durum 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül sonrasından daha beter, bin kat. Bana bunları Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Master Öğrencilerinin Çağrısı’nı hatırlattı. Okurlarımızla paylaşmak istedim.
Basına ve kamuoyuna,
Bizler Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Master Öğrencileri olarak, aldığımız eğitimin ve konumumuzun hakkını vermek adına, ülke içinde ve dışında yaşanan siyasal gelişmeler üzerine değerlendirmelerimizi halkımızla paylaşmayı görev kabul etmekteyiz. Bu bağlamda, Boğaziçi üniversitesine yapılan rektör ataması ve takip eden sürece dair açıklamamızı ilginize sunarız.
Rektörün kim olduğu öğrenci ve akademisyenler açısından önemlidir
1981’de kabul edilen 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’na göre rektör: – Gerekli gördüğü hallerde üniversiteyi oluşturan kuruluş ve birimlerde görevli öğretim elemanlarının ve diğer personelin görev yerlerini değiştirmek veya bunlara yeni görevler vermek, – Üniversitenin birimleri ve her düzeydeki personeli üzerinde genel gözetim ve denetim görevini yapmak, yetki ve sorumluluklarına sahiptir. Ayrıca YÖK disiplin yönetmeliğine göre rektör, öğrencilere açılacak soruşturmalar için yetkili amirdir. Bunun yanı sıra 2559 sayılı Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu’na göre, kolluk güçlerinin üniversitelere ya da bağlı ek binalarına girmeleri ancak rektörün talebi halinde mümkün olmaktadır.
Rektör, üniversitelerde öğrenci, akademik personel olan ya da olabilmek için olağanüstü fedakarlıklar yapan çocuklarınızı, kardeşlerinizi, ana-babanızı, arkadaşlarınızı ya da bizzat sizleri fişletebilecek, soruşturabilecek, akademik geleceğinizin sona ermesini, hatta son yıllarda görüldüğü gibi vatandaşlık haklarınızı bile yitirmenizi sağlayabilecek, üniversitelerinizi karakola çevirebilecek yetkilerle donatılmış kişidir.
Bu yüzden rektörün kim olduğu tüm kamuoyunu ilgilendirir. Rektörler 1980 öncesinde akademisyenlerin oylarıyla belirleniyordu. 12 Eylül düzenlemeleriyle birlikte, seçimlerde en çok oyu almış olan üç adaydan birinin Cumhurbaşkanınca atanması biçiminde uygulama yürürlüğe girdi. Cumhurbaşkanına, en az oy alan adayı dahi rektör atayabilme yetkisi vererek seçimleri göstermelik hale getiren bu uygulama otuz beş yıl boyunca eleştirildi. 2016’da 676 sayılı “olağanüstü hal kapsamında bazı düzenlemeler yapılması” hakkındaki KHK ve 2018’de bu düzenlemeleri kalıcı hale getiren 703 sayılı KHK ile bu göstermelik seçimlerden dahi vazgeçilerek YÖK kanununun rektör belirlenmesini tanımlayan 13. maddesi, “Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, Cumhurbaşkanınca atanır,” biçiminde değiştirildi. Bu tarihten itibaren rektörler doğrudan doğruya cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Aslında Boğaziçi’ndeki uygulama ilk değildir. Fakat öğrencilerin ve akademisyenlerin haklı tepkisi, bu konuyu nihayet gündeme taşıyabilmiştir.
Devletin meşruluğu ve yasallık ilkesi
Devletin yürütme organları ve bunlara bağlı yapıların, güç kullanma yetkilerinin meşruluğu yasalara dayanmalarına bağlıdır. Örneğin polisin silah taşımasıyla mafyanın silah taşıması arasındaki fark, polisin silah taşıma yetkisini ilgili yasadan alıyor olmasıdır. Yasallık konusu antik çağlardan beri devlet çözümlemelerinin gündemindedir. Yasalar, devletin biçimine göre farklı dayanaklara sahip olabilseler de (örneğin teokratik bir devlette yürütme organlarının şer’i hükümlere uygun hareket etmesi beklenir), monarşik rejimler dahil olmak üzere tüm devlet örgütlenmelerinde meşruiyet zeminini oluştururlar. 2 Türkiye Cumhuriyeti’nde silsile şöyledir, örneğin polis silah taşıma yetkisini yukarıda andığımız 2559 sayılı yasadan alıyorsa, yasa da kendi meşruiyetini anayasaya uygunluğundan ve vatandaşların iradesini temsil ettiği varsayılan ulusal mecliste kabul edilmiş olmasından almalıdır. Ulusal meclisin yapısı ve sorumlulukları da yine önsel olarak meşru kabul edilen anayasa ile belirlenmiş olmalıdır. Fakat Türkiye’de bu süreç artık işlememektedir.
Türkiye hiçbir yasal dayanağı olmayan genelgelerle, olağanüstü hal koşullarında çıkarılmış olan ve geçerliliği olağanüstü halle sınırlı olması gereken KHK’larla yönetilmektedir.
Yürütme, genelgeleriyle, halkın anayasayla güvence altına alınmış temel hak ve hürriyetlerini keyfi biçimde kısıtlamakta, olağanüstü hal KHK’larıyla halkın seçilmiş temsilcilerini görevden uzaklaştırmakta, seçilmiş belediye başkanları yerine keyfi biçimde kayyım atanmasını sağlamaktadır. Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük atamasında da görünen budur. Mevcut düzenleme Olağanüstü Hal kapsamında çıkarılan KHK’nın yine bir başka KHK ile kalıcılaştırılmasıyla mümkün olmuştur. Bu uygulamaların hiçbiri meşru değildir. Halkımızın ne Anayasa’ya aykırı genelgelerin ne de Olağanüstü Hal KHK’larıyla icat edilmiş yasaların dayatmalarına uymak gibi bir zorunluluğu yoktur.Hatta halkımızın, kendi çıkarlarıyla açık biçimde çelişen hiçbir meclis kararına bile uymak zorunluluğu yoktur. Meclis vatandaşların temsilcilerinden oluşur, vatandaşın kendisinden üstün değildir.
Seçilmiş unsurların hiçbiri, bir kere seçildi diye, kendisini seçenlere karşı güç kullanma yetkisine sahip değildir.
Temsili demokrasilerde seçimler ilke olarak vatandaşın vekillerinin belirlenmesine yarar.Seçimler kırk katır- kırk satır seçimi değildir. Vatandaş oy hakkını, kendisini kimin ezeceğini belirlemek için değil, kimin temsil edeceğini belirlemek için kullanır. Temsilci görevini yapmıyorsa ya da kötüye kullanıyorsa vatandaş siyasete doğrudan doğruya katılabilir.
Gözaltı ve tutuklamalar
Atamaya yönelik protestoların ardından protestocu olduğu iddia edilen pek çok kişinin evine “şafak operasyonu” düzenlenmiş, evlerinin duvarları balyozla kırılmıştır. Oysa gözaltı kararı verilen kişilerle ilgili iddia 2911 sayılı toplantı gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten ibarettir. “Kuvvetli kaçma şüphesi olan çok tehlikeli teröristlerin hücre evlerine baskın” imajı verilmeye çalışılarak gerçekleştirilen operasyonlarla, devlet, zor kullanma yetkisini, yasal meşruluk ilkelerinin ve hukuki teamüllerin ötesinde kullanabileceğini göstermektedir. Rektör olarak görevlendirilen memur Bulu, gözaltıları takip eden süreçte basına yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanmıştır: “17 tutuklamadan 2 tanesi Boğaziçi öğrencisi. Benim hoşuma gitmeyen o oldu. Diğer 15 kişi kim bilmiyorum.” Bir defa Bulu bu açıklamayı yaparken tutuklanmış olan kimse yoktu, söz konusu 17 kişi gözaltına alınmışlardı. Ancak Bulu’nun sözleri bir dil sürçmesi, ya da bilgisizlik örneği değildir. Türkiye’de gerçekten de gözaltı-tutuklama-hüküm gibi kavramlar arasında herhangi bir fark kalmamıştır. Yaratılmaya çalışılan imaj şudur, “Yürütmenin kararlarına itiraz edersen şafakta polisler gelip evini yıkar, sonra da seni alıp götürürler,” Nereye? Gözaltına, tutuklamaya, mahkemeye, orası önemli değildir. Özetle ifade edersek, “Seni alıp zindana atarlar.” Bunun dışında görüyoruz ki 17 kişinin 17’si de Boğaziçi öğrencisi olsaymış, Bulu’nun “hoşuna gidecekmiş”. Bu da talihsiz bir açıklama değil, açıkça “aba üstünden” sopa göstermektir.
Zira gelinen noktada, ne yürütmenin ne de atadığı memurların, ‘sopa göstermek’ dışında yapabileceği bir şey yoktur.
Göstermelik dahi olsa meşruiyet ilkeleri bertaraf edilmiştir. Artık göstermelik de olsa mahkemelere gerek yoktur. Sonuçta cumhurbaşkanı yine seçilmeyen rektörü atayacak bile olsa rektör seçimlerine gerek yoktur. Bunu en iyi sembolize eden, üniversitenin kapısını bir asma kilitle kilitlemek ile kelepçeyle kilitlemek arasındaki farktır. Her iki durumda da bir “evrensel şehir” olan ve isteyen herkese açık 3 olması beklenen kurumun kapısı kilitlenir, ama ikisi arasında bir görüntü farkı vardır. Gelinen noktada siyasal iktidar, “görüntüyü kurtarmaya” pirim vermemekte, işlerini kelepçeyle görmeyi yeterli bulmaktadır.
Sınırları içinde meşru şiddet tekeli olan devlet, meşruluk zeminini yitirdiği ölçüde, şiddet tekeli olma vasfını, şiddetini baskı ve yıldırı aracı olarak tırmandırmakla tesi etmektedir. Siyasal gayelerle ulaşmak için salt şiddet, baskı ve yıldırı teknikleri kullanmak siyaset literatüründe terör olarak tanımlanmaktadır.
Sonuç
Temsili demokrasi kurumlarının, bir ülke vatandaşlarının en geniş temsiliyetini sağlamadığı noktada vatandaşların siyasete doğrudan ve mümkün olan her türlü aracı kullanarak katılmaları meşrudur. Tıpkı seçilmiş belediye başkanlarının makamlarına atanan kayyımlar konusunda olabileceği gibi, temsili demokrasinin asgari ilkeleri bir yana, yasallık ilkesi gibi en ilkel devlet biçimlerinde bile olmazsa olmaz ilkeleri dahi yok sayan gayri meşru uygulamalarla rektörlük makamına atanan memur yerine, üniversitenin tüm bileşenlerinin, en geniş ve demokratik doğrudan katılım yöntemlerini işleterek meşru bir Rektör belirleme hakları vardır. Başta gayri meşru yollarla çeşitli makamlara kayyım olarak atanan memurlar, kolluk görevlileri, hâkim ve savcılar olmak üzere, Hukuk dışı ve gayri meşru emir alan memurlar, aldıkları emre karşı gelmekle yükümlüdürler. Bu bir hak değil, zorunluluktur. Türkiye’nin yakın tarihi, “emre itaat etmek dışında hiçbir suç işlememiş” olan memurların başlarına neler gelebileceğini açıkça göstermektedir. Baskı ve zor koşullarının hüküm sürdüğü, devlet organlarının siyasal kararlarını terör araçları kullanarak uyguladığı, temel hak ve hürriyetlerin ilga edilmesinin olağanlaştığı bir ülke vatandaşlarının, gayri meşru, zorba yönetime karşı mümkün olan her türlü aracı kullanarak direnme hakkı vardır. Bu hak, uluslarasu sözleşmeler ve tarihsel teamüllerce güvence altına alınmıştır.
Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Master Öğrencileri